Bu Blogda Ara

10 Mart 2012 Cumartesi

Bilinmezlik

Sıkılmıştım. İstanbul’da 25 senenin sonrasında hep aynı insanlarla, hep aynı sokaklarda geçen monotonluktan sıkılmıştım. İlkokul günlerimde sürekli incelediğim, Anchorage’dan, Wellington’a dünyanın her yerindeki şehirleri ister istemez ezberlememe sebep olmuş atlasın Türkiye sayfasını açtım. Gözlerimi kapattım yavaşça ve atlası nazik hareketlerle kaldırıp rastgele döndürerek bir anda masanın üstüne bıraktım ve her zaman olduğu gibi titreyen parmağımı bir noktaya koydum, Sivas diyordu.

İki gün sonra Sivas’a giden trende tanımadığım 4 kişiyle aynı kompartımandaydım. 22-23 saatlik bu yolculukta tek isteğim dinlenebilmekti. Hayır, kompartımanların daracık koltuklarında rahatlamaya çalışmaktan bahsetmiyorum. Şehrin uğultusunu, trenin gürültüsüyle değiştirip sonunda yeni bir sesle düşüncelerimle baş başa kalmaktı istediğim. Her zaman gazete başlıklarının kapkara öfkesine gülerek zaman geçiren ben, şimdi elimde hiç okumayı bile düşünmediğim gazetelerle, hiç gitmediğim bir şehre giderken, hiç tanımadığım insanların kokularıyla dolu bir kompartımandaydım. İlk gazeteyi açtım, gözlerim bilinçsizce satırları takip ediyordu fakat beni asıl meşgul eden şey kafama üşüşen düşüncelerdi. Hatıralar; çocukluktan, gençlikten ve gelecekle ilgili hayaller. Uzun zaman geçmişti “gerçekten” düşünmeden. İlk gazetenin sonuna geldiğimde uyandım ve kafamı gazetenin üstünden hafifçe kaldırdım. Bana bakıyordu. Gözlerimizin anlık buluşmasında hemen gözlerini indirdi ve gazeteyi okumaya devam etti. Ne olduğunu hiç anlamamıştım ve ikinci gazeteyi okumaya başlasam da aklım hep ondaydı. Kafamı her kaldırdığımda ümit dolu bir şekilde bana bakıyor oluyordu ve bana baktığını anladığımı görünce hemen kafasını eğiyordu.
Saatler süren bu utangaç saklambaç yorucu olmaya başlamıştı. Hava karardı, artık gazete okumak için fazlasıyla karanlıktı. Kompartımanın ışığı kendisini bile zar zor aydınlatıyordu. Fakat o, hala gazete okur gibi yapmaya devam ediyordu. Bakışları ümit yerine, acı doluydu. Kusmak isteyip de kusamıyor gibiydi. Hiç böyle bir durumda kalmamıştım şimdiye kadar ve giderek korkmaya başlıyordum. Bakışlarını kaçıran artık o değil bendim. Kendisini taşımaktan aciz tren ani bir şekilde sarsıldığında korkudan nefes alamayacak hale gelmiştim. Kamburmuş gibi eğilerek, hızlı adımlarla çıktım kompartımandan. Gidebilecek bir yerim olmamasına rağmen yürüdüm koridorda, yüzlerce metre koşmuş gibi hızlıca nefes alıp verirken, arkamdan ince bir ses pardon diye seslendi. Kafamı çevirmeye çalıştım, her şey ağırlaşmış gibiydi, uzun süre gittiğim spor salonunda ağırlık kaldırmak bile kafamı çevirmeye çalışmak kadar zor değildi. Ama sonunda başardım ve onu gördüm… Yüzü kararlılık ve şüphenin aynı anda verdiği çelişkinin acısıyla, sanki vücudunda elektrik varmış gibi kasılmıştı. Cevap veremedim, zaten konuşmaya çalışsam da sesimin çıkmayacağını biliyordum. Hiç böyle bir bilinmezlikte kalmamıştım. Hiçbir şey mantıklı gelmiyordu. Adımlarımı hızlandırdım, kompartımanlardan merakla çıkan kafalar ve onların sorularla dolu bakışları umrumda değildi… ve sonuna geldim. Geriye dönen yoldan başka gidecek bir yerim yoktu. Kurtulduğumu düşündüm. 19. yüzyılda altın avcısı madenciler gibi sevinçle dans ediyordum. Arkamı döndüm ve oradaydı. Akıl hastanelerinin unutulmuş köşelerinden gelen bir kahkahayla gülmeye başladım. Kahkahalar yerini bilinmezliğin içinde olmanın gözyaşlarına bıraktı ve o, düşmanım, konuştu. Yüz ifadesi sorularla doluydu.

“Çetin bey” dedi. Çetin bey de kimdi? “Çocuklarım programınızın çok büyük hayranları”, dedi, ben gözyaşları içinde sırtım duvara dayalı yavaşça yere çökerken. Ceketinin iç cebinden bir bıçak çıkarttı ve bana doğru uzattı. Bulanık görüşümle eline vurdum ve bir dolma kalem sessizliğin içinde yankılanarak vagonun bir köşesine yuvarlandı. “Bir imzanızı almak istemiştim” dedi… ve ben de dedim ki, hıçkırıklar içerisinde, konuşmakta zorlanan bir çocuk gibi: “Ne?”.